SAĞLIK VE SİYASET


12 Haziran Pazar günü hep beraber vatandaşlık görevimizi yerine getirdik,  43 milyon 913 bin seçmen;  iradesini sandığa yansıtırken, demokrasinin en önemli nüvesi olan seçme ve seçilme hakkı bir kez daha hayat buldu. 

 

Her ne kadar demokratik bir seçim yaşadığımızı söylüyorsak da; ülkemizde siyasi partiler yasası ve seçim kanunları, maalesef çağdaş ülkelerdeki emsallerinden kötü durumda. En başta siyasi partilerin aday belirleme süreçleri sıkıntılı. Merkezi yönetimlerin, bazen tek başına genel başkanların, bölge adaylarını ön seçimsiz belirlemeleri, adayların yüksek maliyetli kampanyalar yapmak zorunda olmaları ve aday listelerinin halkın seçimine tercihli değil, sıralı sunulması ilk aklıma gelenler. Benzer anti demokratik uygulamalar seçim kanunumuzda da var. Seçime girecek partilere sağlanan mali yardımlar arasındaki dengesizlik, bağımsız adayların alması gereken oy oranları, YSK kararlarının yargıdan bağımsız olması ve beklide en önemlisi % 10’luk seçim barajı. Demokratik ülkelerde de uygulanan baraj konusuna aslında tersten bakmak sanırım daha doğru olur. Bir ülkede seçim sonucu oluşacak meclisin, seçmen iradesinin ne kadarını temsil etmesini isteriz?  Demokrasi bilinci ne kadar yüksek ise bu oran o kadar yükselir. Toplum vicdanını yaralayan bu yüksek seçim barajının artık kabul edilebilir seviyelere çekilmesi gerekiyor.   Bunun da tek çaresi; genel kabul ile çağdaş bir anayasa üzerinde uzlaşmak. Sonrasında seçim ve siyasi partiler kanununun yeniden düzenlenmesi de kolaylıkla sağlanabilir.

 

12 Haziran seçimlerine dönersek; iki dönemdir iktidarda olan ve doğal olarak yıpranmış olması beklenen AKP, aksine % 49.95 gibi yüksek bir oy alarak üçüncü defa iktidarı elde etti. Yeni oluşan dört partili meclis, aradan geçen zamanda anayasa ve seçim kanunlarından kaynaklanan krizlerle uğraşıyor.

 

Seçimin ardından yapılan anketlerde en çok sorulan soru, halkımızın oyunu hangi kriterleri göz önüne alarak kullandığı sorusu. Bence halk genel olarak ideolojilerden uzaklaşmış durumda ve büyük kesim beğendiği lider profiline oy veriyor. Tabi bunun yanı sıra; alınan bağış ve yardımlar, hatta sağlanan belediyecilik hizmetleri bile vatandaşın kullandığı oyun rengini belirliyor. Sağlık hizmetine ulaşım kolaylığı da oy tercihlerini yüksek oranda etkileyen bir diğer faktör.

 

Ülkemizde altmışlı yıllara kadar yokluklar içinde verilmeye çalışılan sağlık hizmeti, 1961 yılında yasalaşan 224 sayılı “sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesi” kanunu ile yeni bir yola girmiştir. Fakat yasa isminde ve ruhunda yer alan “sosyalleşme” ifadesi nedeni ile devam eden siyasi iktidarlarca benimsenmemiş atıl bırakılmıştır. Bu nedenle ülkemizde sunulan sağlık hizmetleri, belki de tüm Avrupa coğrafyasının en modern yasasına rağmen, istenen seviyeye ulaşamamış, aksak ve yetersiz bir hale gelmiştir. 2002 yılından itibaren 224 sayılı yasa ve mantığı terk edilerek, IMF ve dünya bankası gibi uluslararası güçlerin desteklediği “sağlıkta dönüşüm programı” kabul edilmiş, hayata geçirilmeye başlanmıştır. Aslında bu yasa tasarısı önceki yıllarda da defalarca gündeme gelmiş fakat özelleştirmeyi özendirmesi, koruyucu hekimlik yerine hastalık sonrası tedaviyi esas alması nedeni ile tepkilerle karşılaşmış ve yasalaştırılamamıştı.  Olumsuz tüm yanlarına rağmen bu yasa, Yeşil kart uygulaması, SSK hastanelerinin sağlık bakanlığına devri, özel hastanelerin sisteme açılması vb. devrim niteliğindeki uygulamalar sayesinde, halkın tepkisini çekmeden, yürürlüğe girmiştir.

 

İlk bakışta yapılan iyileştirmelerle sağlık alanının iyiye gittiği düşünülse de, aslında biz sağlıkçılar durumun göründüğü gibi olmadığını, oluşan memnuniyetin göreceli olduğunu biliyoruz. Burada bir diğer tezat ise; bu görece mutluluğa rağmen tüm sağlık alanı çalışanlarının ve dolayısıyla biz eczacıların mutsuz olduğudur. Eczacı hem sağlık sisteminin hızla sosyal devlet anlayışından uzaklaşması ve sonucunda halkın “paran kadar sağlık” anlayışına mahkûm bırakılmasından, hem de uzun yıllar aldığı eğitime, risk ettiği önemli bir sermaye ve emeğe rağmen, eczanesinde bürokratik işlerle boğuşmaktan, her geçen gün ekonomik olarak zayıflamaktan, üstüne angarya olarak yüklenen kamu kurum ıskontosunu taşımaktan, muayene ücretini tahsil edebilmek için hasta ile karşı karşıya gelmekten mutsuz.  

 

Tüm bunların yanı sıra ekonomik baskılarda eczacılığın zor günler yaşamasına neden oluyor. Sistemin ilaç-eczacılık alanı üzerindeki baskıları her geçen gün artıyor. Tüm dünyada, ilaç fiyatı üzerinde uygulanan çeşitli kısıtların, neredeyse tamamı ülkemizde uygulanıyor. Eşdeğer ilaç aralığının daraltılması, referans fiyat uygulaması nedeni ile yaşanan fiyat düşüşleri, ödeme listesi dışına atılan ürünlerin sayısının artması, bir ihtiyaçtan öte suiistimale dönüşen ve özel hastaneler için rant kapısı olan günübirlik ilaç uygulamaları, reçeteleme kriterlerinin belirlendiği SUT kurallarının her geçen gün zorlaştırılması eczanelerimizin yaşamsal fonksiyonlarına zarar vermektedir.  

 

Her şeyden öte ilaç sanayinden kamuya yaklaşık % 5-6 civarında tasarruf sağlamak amacı ile başlatılan kamu kurum ıskontosu (KKİ) bugün ulaştığı % 32.5’lik oran ile eczacı için taşınabilir bir yük olmaktan çıkmıştır. Kaldı ki bu oran her üç ayda bir global bütçe gerekçesi ile yeniden revize edilmektedir. Bu durum eczaneler için, ekonomik anlamda sürdürülebilir değildir. SGK günümüzde Medula ve IMS aracılığı ile her firmanın satış rakamlarına kolaylıkla ulaşabilir. KKİ’in ilaç sanayi tarafından kamuya sunumu bu veriler doğrultusunda direk olarak yapılabilir. Ya da bu sahte fiyatlandırmadan vazgeçip ilaç fiyatları bir defaya mahsus kamu kurum fiyatına çekilebilir. Böylece biz eczacılarda ilaç sunumunda rahat bir nefes almış oluruz.

 

Hem dünyada hem de ülkemizde siyasi iklimin bozulmaya başladığı, ekonomik krizlerin baş gösterdiği bir dönemin içindeyiz. Genel seçimlere kadar halı altına süpürülen cari açık, yüksek ithalat oranı, üretimin çok düşmesi gibi ekonomik sorunlarımız, global kriz rüzgarlarının ülkemizde daha sert eseceğinin, alınacak tedbirlerin daha fazla hissedileceğinin açık göstergesi. Biz eczacılar, mevcut üst yönetimin yapılanma modeli ve yönetsel anlayışı nedeni ile; neredeyse dört yıldır sorunlarını çözemeyen, aksine biriktiren bir meslek grubu olarak önümüzdeki günlerin zorlu geçeceğinin farkındayız. Eczanelerimizin ekonomik göstergelerine dikkat etmek, özel hayatımızda tasarrufa yönelmek zorundayız. Gerek eczanelerimizin yaşamaya devam edebilmesi, gerekse eczacılık mesleğinin gelecekte var olabilmesi için temelde yapılması gerekenin üst birliğimizin, geç kalmadan, yeniden dizayn edilmesi gerekliliği olduğunun altını bir kez daha çizmek istiyorum. Saygılarımla…